Haziran 9, 2014

İstenmiyorsun Artık..


Hepten emekli olunca kısa bir süreliğine Avrupa’da seyahate çıktım. Belçika, Almanya, Fransa falan. İki şey dikkatimi çekti. Birincisi bu ülkelerde hiçbir insan evladı elinde üstü beyaz plastik kapakla örtülü, neredeyse yarım litre hacminde (ve illa ki etrafında kahvecinin markası olan) plastik bir kahve bardağı ile sanki işi başından aşkınmış, çok acelesi varmış da ancak yolda kahvesini içecek vakit bulabiliyormuş veya “bak bende para var, en pahalı kahve markasını içiyorum, n’aber?” havasında sokakta dolaşmıyor. Kahve orada bir kültür. Adam gibi bir kafeye gidilip oturuluyor ve mis gibi, sıcacık kahve tertemiz porselen fincandan keyfine vararak yavaş yavaş içiliyor. İkinci dikkatimi çeken şey ise yollardaki Türk plakalı kamyon veya çekici-römork katarlarının artık en az sayılara inmiş olması.

İşi kırık çıkıkla uğraşmak olan eski bir doktor dostum, “cep telefonları yaygınlaştığından beri kırık vakaları arttı” dedi geçen. Hele bir ellerinde cep telefonu diğer ellerinde plastik kahve bardağı oldu mu tökezlendiğinde yere çarpmadan önce ilk darbeyi refleks olarak alacak olan eller, kollar ve dirsekler işlevsiz kaldığından surat kemiği kırıklarına daha çok rastlanıyormuş. Gerçek düşme nedeni ise yolda yürürken akıllı telefonundan mesaj veya e-posta okuyan, mesaj yazan, internette dolaşanların ve kahvesinin son yudumlarını başına dikenlerin şu geliştiğini sandığımız yurdum caddelerinin kaymak gibi düz olduğunu hayal etmeleri galiba. Böyle yanılgı ister istemez sert düşmelerle sonuçlanıyor. Zaten yere düşüp bir yerini şans eseri kırmazsa kafasını kaldırdığında yüzde doksan şöyle bir yazı görüyor; “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz…” Ülkede tek yeni üretim tesisi yok ama her yer inşaat şantiyesi. Bunu kamyon satan firmaların istatistiklerinden de anlarsınız. Varsa yoksa inşaat kamyonu satılıyor. Ayrıca çekici satışlarının %50’den fazlasını oluşturan çekicilerin de cehalet donanımlı insanlarımızın “dorse-damper” dedikleri damperli inşaat yarı römorku çekmek için görevlendirildikleri besbelli.

Uluslararası nakliyecilerimizin artık Avrupa yollarından ziyade güneydeki sorunlu komşular, eski Demirperde, Kafkas ülkeleri veya Orta Asya yollarında at koşturduklarını görüyoruz. Buraları öyle TIR belgesi, araç-yol uygunluk belgesi, dozvola (geçiş belgesi), triptik karnesi filan istemiyor. Ayrıca AB’de görülen yok araç bilmem kaç desibelin üstünde ses çıkarıyor, lastik diş ölçüsü yarım milimetre düşük, gece yol gidemezsin çayırdaki inekler uyanıp sütten kesiliyor filan gibi garip(!) kurallara da bağlı değiller. Buna karşılık sebepli sebepsiz yolda, sınırda veya park yerinde bekletmelerin doğal karşılandığı, eline Kaleş tüfek alan herkesin kafasına göre yol kestiği, polisin avantasını esirgersen günde sıfır kilometre yol yapılabilen, yolların da “Allah kabul etsin” türünden oldukları ülkeler bunlar.
Buralara karayolundan başka alternatif nakliyecilik yapmak çok zor. Kuzeye doğru çoğunlukla Ro-Ro gemileriyle geçilen Karadeniz’den sonra bu meşakkatli karayolu seferleri başlıyor. Orta Asya kapısı İran’la açılıyor. Ona da açılma denirse. İran araç ölçülerinde hassas, kendilerine göre standartları var. Avrupa standartlarından farklı. Buna hazırlıklı olan nakliyeci de bir şekilde “yolunu bulup” sefere devam ediyor. Bilmeyenin yol ortasında römorkunu 20 santim kestirmek(!) gibi bir yaptırımla karşı karşıya kalması olası.

İşin Avrupa tarafında ise gerçekten madalyonun öteki yüzünü görüyorsunuz. Bir kez buraları artık Avrupa Birliği. Bu AB sınırları içinde aynen bir ülkenin sınırları içindeymiş gibi dolaşım serbest. Belçika’da Birinci Dünya Savaşı meydan muharebelerinden en önemlisinin geçtiği bir tarihi kenti ve etrafını ziyaret edip karayolu ile 20 km sonra Fransa’ya girerek yemek yedik ve tekrar Brüksel yoluna düştük. Aynı şekilde hafta sonu Hollanda’dan geçip Almanya’ya gezmeğe gittik. Eskiden ülke sınırlarının olduğu yerlerdeki sınır kapıları veya kontrol noktalarından eser yok. Dümdüz otoyolda giderken, “Hollanda’dan çıktınız” arkasından 50-100 metre sonra “Almanya’ya hoş geldiniz” diye tabelalar var. Hani yani hatırlatmasalar “neredeyiz yahu?” deyip duracaksınız. Bereket arabalarda GPS denen alet var. 2-3 metre yanılgı ile yerinizi ve yönünüzü şıp diye gösteriyor.
Bu aletten ülkemizde de yaygın kullanım başladı ama neredeyse her gün GPS cihazına yüklü “yurdum ve şehrim” haritaları uygun şekilde güncellenmezlerse aletin faydası aynen havagazı.

Öyle ya; il trafik komisyonundaki bir akıllının, hatta becerikli bir belediye çavuşunu aklına estiğinde dün tek yönlü olarak girilen yol bu sabah kocaman bir “girilmez levhası” ile süsleniyor. Geçen hafta güle oynaya gittiğiniz o geniş caddenin ortasında kocaman bir kazı ve o sevimsiz  “…çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan..” tabelası… Oldu mu şimdi haydaaa ters-yüz geri manevrası? Bu GPS bizi bozar abi! Gerçek kalkınmanın inşaattan değil, üretimden geçtiğini anlamaya başladığımız, her şehir arazisini rant kaynağı olarak görmekten kurtulduğumuzda bu GPS’ler işe yarar.

Avrupa Birliğinde bir zenginler ve bir de zengin olma hayaliyle yaşayan ülkelerin insanları var. Zengin Almanya’daki, İngiltere’deki veya Fransa’daki nakliyeci sabah kamyonuna biniyor, kısa mesafe nakliyesini yapıyor, akşam saat 17 olmadan bara gidip birasının içtikten sonra eve vararak mışıl mışıl yatağında uyuyor.
Sabah kalkıp, yüzlerce kilometre direksiyon salladıktan sonra kamyonunun 70 santim genişliğindeki yatağında uyumadan önce iki soğuk sandviç yiyerek karnını doyuran şoför ise zengin olma hevesindeki Bulgar, Romen, Çek, Macar veya Polonyalı kardeşler. Bunlar AB vatandaşı. Kamyonlarında da TIR belgesi olma şartı yok. Filibe’den yüklediği 20 ton kaşkaval peynirini Romanya, Macaristan, Almanya, Danimarka güzergahını tek sınır geçmeden kullanıp Stockholm’deki bakkaliye toptancısının deposuna götürüyor. Yani Kars’tan kaşar peyniri yükleyip İstanbul Rami’deki toptancılar çarşısına getirmek gibi.

Adam vizeydi, pasaporttu, dozvolaydı, araç yol uygunluk belgesi filan uğraşmıyor. Bunların arasında nakliye yapmağa çalışan Türk şirketleri artık “Uzaylı Zekiye” gibi.

Zaten planlı ve hesaplı Türk ihracatçısı çoktan gemi ile konteyner nakliyesinin güvenirliğini ve ucuzluğunu keşfetti. TIR nakliyesinin ona kazandıracağı 7-8 günlük süreyi avantaj olarak görmüyor artık. Üretici Denizli’de imal ettiği havluyu kamyon yerine İzmir’den gemiye yüklüyor. Havlular Hamburg’a 7 günde gideceğine 15 günde gidiyor ama nakliye karayolunun en az yarı fiyatına, hem de gayet güvenli şekilde.

Uluslararası nakliyede ithalata büyük pay düşüyor ama onun da ham madde, kimyasal ürünler petrol, gaz ve benzeri enerji, makine ve motorlu araç ithalatı ana ağırlığını taşımakta. Eee bunlar da gemi ile geliyor doğal olarak. Gaz ise çoğunlukla borudan çıkıyor. Ev aletleri, elektronik eşya ve benzerlerinde ise artık tek kaynak Çin ve doğal olarak deniz yolu ile geliyorlar.

“Yani artık AB yollarında bizi istemiyorlar” diye düşündüm geçen yaz başında. Ne kadar haklı olduğum meydanda. Son bir aydaki gazete ve televizyon haberlerine bakın. “Bulgar sınırında 15 km kuyruk”, “şimdi de Trieste’de tıkandık”, “Avusturya illa ki kamyonlarınız trene binsin diye tutturdu” filan gibi başlıklar. Adamlar bizi AB’ye sokmamakta kararlı onu anladık anlamasına da kamyonlarımızı da sokmak istemediklerini açık seçik belli ediyorlar. Hani Ajda’nın ünlü bir şarkısı vardı: “Arkanı dön ve çık, istenmiyorsun artık…!” diye devam ederdi. Hah işte bize aynen bunu diyorlar. Anlamalıyız artık. Biz istenmiyoruz!

Peki çare? Çare, konteyner taşımacılığında. İlk önce epey konteyner edinmeli hatta bolca üretmeliyiz. Sonrasında ülke içinde mutlaka konteyner taşımacılığı teşvik edilmeli ve geliştirilmeli. Her şehirde konteyner indirip bindirmeye uygun nakliye ambarı sahaları şart. Açık ahşap kasa üzerine branda örterek sonra urganla sarmalayıp yük taşımayı filan bırakmalıyız artık. Tenteli – perdeli treylerleri filan es geçelim. İnşaat atıkları ve molozlar bile Avrupa’da haldır haldır dorse-damper denen ucubelerle şehir içinde taşınmıyor son 30 yıldır. Onlar da üstü açık ve sonra sıkıca branda ile kapanan konteynerlerle taşınıyor. İnşaat veya hafriyat sahasına değeri yüz binlerce Avroluk koca kamyonu veya çekiciyi depo diye dikmek hesapsızlık. Onun yerine boş konteynerler konuyor. Çekici kamyon da atık veya moloz yükü her ne ise gelip boş konteynerleri bırakıyor ve doluları alıp gidiyor. Daha akıl işi değil mi?

Örneğin Bulgaristan’la anlaşıp sınırımızda geniş bir gümrüksüz saha yaparak karayolu ile gidecek ihraç malımızı konteynerlere yükleyip oraya indirelim. Bulgar veya Alman plakalı araç da (Bu yabancı plakalı aracın sahibi pekala Türk de olabilir!) konteyneri alıp sınır vs sorgu suali olmadan ve de “Uzaylı Zekiye” muamelesine tabi tutulmadan İskoçya’ya dek götürsün o zaman. O sahaya indirilen ithal ürün dolu konteynerleri de biz kamyonlarımızla alıp yurda dağıtalım. Çok mu zor?

Haa yok “biz bu Avrupa’da yük taşıma işini para kazanmak yanında şan şöhret olsun, hava atmak için de” yapıyoruz diyecek sivri zekâlılar varsa, onların da elinde plastik kahve bardağı ile sağa sola koşuşturan züppelerden bir farkı yok demektir.

Böyle düşünenler hava atacağım derken küt diye yere kapaklanıp suratlarını dağıtacakları günün gelip çatmasını bekliyorlar herhalde.


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir